Eskiden medrese olan tarihi yapının bahçesinde yeşillikler içinde yastıklarla çevrili tahta sedire oturmuş dinliyorlardı. Sol taraflarında uzanan yolun üstündeki köprüden geçen banliyö tren acelesi olanları işlerine yetiştirirken, olmayanlara huzur veriyor, rüzgarla yarışında saçlarını okşuyordu. Hemen arkalarındaki küçük caminin minaresinin üstünde uçuşan kuşların çığlıkları ve kanat çırpışları mutlu yüreklerin adresiydi. Onlar da yüreklerini açmışlardı bu seslere. Karşılarındaki mezar taşı yaşamla ölümü iç içe geçirmiş, geçmişten anılarla dersler veriyordu. Merhametli ve yumuşacıktı sesi, ağır ağır konuşuyordu. Hiç acelesi yokmuşçasına.
Dinliyorlardı. Bahçeden ney sesleri yükseliyordu. İsmail Dede Efendi’nin Ferahfeza Mevlevi Ayini’nden ilk peşrev hem ağlatıyor hem coşturuyor hem söyletiyordu neyi. Kanatıyordu yüreklerini. Sonra en şifalı merhemini sürüyordu açtığı yaralara. Okşuyordu usulcacık ve gözyaşlarını siliyordu hafif bir tebessümle. Dinliyorlardı.
Bahçeye yolu düşmüş bir çift, tahta bir masada karınlarını doyururken yavru bir kedinin onlara açım diyen gözlerini görüyorlardı. Çok ufaktı kedi ve açtı besbelli. Masanın yanında gezinse de çifte görünemiyordu. Birkaç kez miyavlamayı denedi. Bahçeden çıkıp arka taraftan dolaştı. Çifte daha yakın olabilmek için çitlere çıktı. Açım diye bağırıyordu artık. Yazık, onlardan başka gören okşayan olmadı yavru kediyi.
Yolda yürüyorlardı. Bilmedikleri yollarda. Bu mahalleyi eski resimlerde görmüştük diyorlardı yürürken. Kadırga sokaklarında yürüyorlardı, Kumkapı civarında. Eski bir yara sızlayıverdi aniden. Eskisinden de acıydı bu sızı. Eskisinden de fazla kanattı zavallı yüreğini. Yürürken eski evin sokağına bir bakış attı ama cesaret edemedi önünden geçmeye. Ruhunu acıtsa da eve sırtını verip koşarcasına yürüdü yokuşu… Eski kaldırımlar, eski o, eski sevgili hala oradaydılar. Hala o sokakta ilk günlerde önünden birer birer geçip gidiyorlardı. Bazen peşleri sıra yürüyordu bazen yanlarından… Bazen geçiveriyordu önlerine. Görmek istemiyordu. Kalbinin atışını duymak istemiyordu. Eski katilini görmek istemeden yürüyordu. Bir kez daha zalimce katledilmeden cesedini alıp kalabalığa karıştı.
Betül Ergin
27 Ağustos 2008 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 yorum:
Aşkta mağlubiyet de olsa umutsuzluk yasak aşığa.
Aşk yolunda ölürüz ve yeniden doğarız kendi küllerimizden Zümrüd-ü Anka gibi. Zaten aşkın maksadı da bu değil mi?..Yakıp kül etmek aşıkın varlığını ve küllerini göğe savurmak.
Vuslatan ne çıkar? Unutmayalım ki aşkın sona ermesidir vuslat. Bu acılarla dolu aşk vadisinde nice "Keremler","Aslılar" yanıp kül olmadı mı?
Bak ne diyor Hazret-i Pir aşıkların kederli avazesini berrak gök yüzüne salan nay-i şerif için:
"Ney kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun’un aşkının kıssalarını söylemektedir."
Aşıkların kanları ile sulanmış bu sonsuz aşk yolunda menzile ulaşmayı dahi düşünmeden yürüyen tüm aşıklara selam olsun, aşk olsun.
"Aşk hazdan çok, acı veren bir süreçtir. Acı çekmeyi göze alamayan bu işlere hiç girişmemeli"
O acıyı da tatlı eylemek büyük marifet diye düşünüyorum. "Aşık"lara ben de selam ediyorum..
Can kapılarını aç,
Bırak girsin Sevgili o kapılardan
Girsin dolaşsın gülbahçende
Bülbüllere yakışmaz mı güller
Bırak koklasın Sevgili
İstiyorsa ağlasın
Yağmurlar yağsın bahçende
Yeşersin umutlar
Solmasın güller
Sen yeter ki aç kapılarını
Bir gün elbet gelir Sevgili...
Ve öyle aç ki kollarını
Tüm kainatı kucakla
Ne var ne yok hepsini.
Kucakla Sevgilini...
Betül Ergin
:)
Yorum Gönder